Köşe YazarlarıManşet

Yağmurlu Bir Voleybol Akşamından Notlar

VakıfBank ile Fenerbahçe Opet arasında oynanan CEV Şampiyonlar Ligi yarı final ilk maçı için Bağlarbaşı’ndayım. Yağmurlu bir akşam vakti. Birkaç gündür bir baş ağrım var. Trafikle uğraşabilecek gibi değilim; Marmaray ve metro ile salona ulaşıyorum. Deprem sonrası, afetzedelere saygı maksatlı uygulamalar devam ediyor: Müzik yok, anonslar sadece bilgi amaçlı; ses yükselmiyor. Saygı duruşu, bu uygulamaların merkezinde. Baştan beri büyük bir huşû ile ayağa kalkılıyor ve salonu derin bir sessizlik kaplıyor. Ama işte hayat, zıtlıklar demek olduğu için maç düdüğüyle birlikte heyecan başlıyor ve salonu tezahüratlar dolduruyor.

Bir voleybol maçını salonda seyretmenin en büyük farkı nedir diye sorulacak olursa, salon atmosferinin hayatla iç içe olması diyebilirim. Salonda sadece karşılaşmayı değil, onu çevreleyen olayları ve duyguları da görebiliyoruz. Etrafı gözlemlemek, insan manzaraları görmek, topluma ve hayata dair ipuçları toplamak, düşünmek, daha iyiyi hayal etmek… Bütün bunlar çok hoşuma gidiyor ve zihnime fikirler dolduruyor.

İşte müsabaka başlıyor ve arkamdaki iki genç konuşuyor. Birilerinden bahsediyorlar, sonra bir-iki yakışıksız laf işitiyorum, en sonunda da alenî küfür ve argo… Duymamış gibi mi yapayım derken, tersine karar verip arkama dönerek “Affedersiniz, konuşmalarınıza dikkat edebilir misiniz?” diyorum. Gençlerden biri hemen “Çok özür dileriz” diyor. O dakikadan sonra küfür, argo nevi şeyler hiç duymuyorum; tek bir ikazla davranışını geri çeken hiç tanımadığım o gençlere derinden bir saygı hissediyorum.

Hemen yanımda bir bey ve ailesi var. Adam, telefonu ile meşgul; telefonunda bir iftar programı açmış. Ezanın okunduğundan emin olmak için baktığını anlıyorum. Suyunu içiyor ve kızından bisküvi istiyor. Ben ondan bir dakika önce suyumu içmişim, elimde biraz kuruyemiş var. Birbirimize ikramda bulunuyoruz.

İkinci setin sonunda yağmurdan çıkıp gelmiş güler yüzlü iki hanım, oturduğum yerin kendilerine ait olduğunu söylüyorlar; evet, rastgele oturmuştum. Kalkıyor ve ön tarafa geçiyorum. Yanına oturduğum beyefendinin sakin bir yüz ifadesiyle kulaklarını tıkadığını görüyorum. Sebebini anlıyorum: Yan bloktaki ateşli taraftar çok heyecanlı ve çok gürültü yapıyor.

Karşı tribün de pek bir coşkun. Hiç alışamayacağım o tuhaf tezahüratı tekrar ediyorlar: “Vur, kır, parçala, bu maçı kazan!” Savaşta değiliz ki vuralım kıralım; üstelik voleybol, rakibe dokunmak şöyle dursun, aradaki fileye bile temasın yasak olduğu “zarif” bir spor dalı. Öyle ki, sayı kazanan sporcunun rakibe doğru bir sevinç hareketi yapması bile yakışıksız kabul edilip cezalandırılıyor. Kritik önemdeki bir maçta heyecanın ve hareketin olmamasını beklemek doğal mı? Elbette değil ama heyecan ve rekabetin nazik bir dili yok mudur, bulunamaz mı, onun da antrenmanı yapılamaz mı? Neden olmasın? Neden?

Bu geleneksel sorularımı zihnimde döndürürken yanımdaki seyirci kulaklarını sabırla tıkamaya devam ediyor. Ben de ona hayranlıkla bakıyorum. Toplum olmak, birlikte yaşamak böyle bir şey; kendimizi taraftarı olmadığımız durumlara da adapte etmek, kabul etmek, birlikte var olmaya çalışmak…

Son sayı Fenerbahçe’den geliyor ve maç bitiyor. Âdetimin aksine hemen kalkıp çıkışa yöneliyorum. Normalde biraz kalıp saha içini ve etrafı izlemeye devam ederim. Fakat bugün biraz erken çıkasım var. O sırada Hernandez Hoca’nın kızı küçük Nara’ya ve annesine rastlıyorum. Ah, akşamım bebek sevmekle tamamlanacak, bir küçük çocuğun masumiyetiyle taçlanacak! Küçük Nara, yüzüğüm ve bileziğimle ilgileniyor. Boncuklu bileziğimi ona hediye ediyorum, iki küçük dişini gösterip sessiz bir gülücükle teşekkür ediyor. Sarı saçlı başına bir öpücük konduruyorum.

Dışarıda yağmur dinmemiş; iyiye işaret! Yağmura ve getireceği berekete ihtiyacımız var.

İstanbul’da baharın hepimiz için bahar yağmurları getirmesini diliyorum.

İlgili Makaleler

Bir Cevap Yazın

Başa dön tuşu