Efeler LigiGenel HaberlerLiglerManşet

Solhan’da Voleybol Neden Bu Kadar Seviliyor?

2018 yılında Ankara’da yapılan maç esnasında tribünde maçı izleyen Solhanlı bir öğretmene arkadaşları tarafından sorulan, “Nasıl oluyor da küçük bir ilçe bir spor dalında bu kadar başarılı olabiliyor” sorusu ve bu sorudan ilham alarak kaleme alınmış ilginç bir hikaye…

Solhan Spor voleybol takımının Efeler Ligi’ne çıkmasının ardından, Solhan’daki voleybol sevgisi ve Solhan Spor başarısına ilişkin birçok değerlendirme yapıldı.

Bu başarı, sıradan olmadığı gibi elbette tek bir sebebe de bağlı değil.

Yetkililerin bu konuda yapacakları araştırmanın, ilginç sonuçları ortay çıkaracağı muhakkak.

Müjdeli haberin sevinci devam ederken 2019 yılında bir proje kapsamında yayınlanan “Solhan’daki Eğitimciler ve Öğretmenler” isimli kitapta yer alan bir öğretmenin voleybol sevgisine ilişkin hatırası, Solhan’ın Efeler Ligi’ne çıkmasıyla yeniden gündeme geldi.

Solhan’da spor kültürü ve voleybol sevgisinin gelişmesinde etkili olan birçok hikâye var.

Arakonak beldesinde görev yapan bir öğretmenin voleybol sevgisine yönelik ilginç hikayesi de onlardan biri.

İşte okuyanları tebessüm ettiren o hatıra:

 

TRÜBÜNDEN GEÇMİŞE…

Ankara’da mesai arkadaşlarımı Solhan Spor-Ziraat Bankası maçına davet ettim. Önce şaka zannettiler, ciddi olduğumu görünce şaşırmakla beraber teklifimi kabul ettiler. Maçın yapılacağı salonda tribüne kurulmuş, keyifle maçı izliyorken arkadaşlarımdan birinin“Hocam nasıl oluyor bu iş? Doğu Anadolu’da 20 bin nüfuslu küçük bir ilçenin takımının birinci ligde oynaması normal de değil, kolay da. Nedir bunun sırrı?” diye sordu.

Maç izlemenin keyfini bu muhabbetle kaçırmak istemiyordum.“Bilmiyorum. Herhalde bizim memlekette Yatılı Bölge Okullarında, bu spora olan ilgi nedeniyle voleybol seviliyor” diyerek geçiştirdim. Tribünde bir avuç coşkulu taraftarın çılgınca tezahüratı eşliğinde maçı seyretmeye başladık.“Neden voleybol bu kadar seviliyor?”sorusunu geçiştirmekle beraber bu sorunun gerçek cevabı zihnimi meşgul etmeye devam etti. Voleybolla ilgili sayısız hatıram olmasına karşın bu soru beni ilk görev yerim olan Arakonak’ta yaşadığım günlere götürdü.

1955 yılında yapılmış iki sınıflı taş bina yetersiz gelmeye başlayınca okula iki derslik ve bir lojman ilave edilmiş, yapılan ek binayla derslik ihtiyacı karşılanmaya çalışılmıştı. Zaten dar olan okul bahçesi, yapılan ek binanın ardından adeta öğrencilerin oyun alanını yok etmişti. Beş yüzü aşkın öğrencinin bulunduğu yaklaşık bir dönümlük okul bahçesi, teneffüs saatinde adeta ana baba gününe dönüyordu. Savaşırcasına futbol oynayan üst sınıf erkek öğrencileri, kovalamaca oynayan alt sınıf afacanları, ip atlayan, seksek ve can oynayan kızların çığlıklarıyla belki de çocuklar için okulun en anlamlı ânı, bu daracık alanda yaşadıkları teneffüsler oluyordu.  Okulda, sınıfların fiziki yetersizliği ve donanım konusundaki eksiklikler nedeniyle bahçe düzenlemesi ve bahçenin yetersizliği, öncelikli sorunlar arasında görülmüyor; mahşeri bir izdihama dönüşen teneffüsler, sıradan bir durum olarak değerlendiriliyordu. Spor yapmaya hevesli bazı öğretmenler, bazen öğrencilerle küçük futbol kaçamağı yapsalar da genellikle okulu çocuklar için tarifi imkânsız bir eğlenceye dönüştüren teneffüslerde onların doyasıya oynamalarını keyifle izlemekle yetiniyorlardır.

Bir gün, köy çocuklarının kendileriyle aynı kaderi yaşadığını düşünen birkaç arkadaş kafa kafaya vermiş, çocuklara yeni bir oyun alanı oluşturma ve öğrencileri farklı spor etkinliklerine yönlendirme konusunda neler yapılabileceğimizi düşünüyorduk. Tartışmada, Solhan’ın tereddütsüz en popüler spor dallarından biri olan voleybolla ilgili bir çalışma yapılması fikri ağır basıyordu. İlçede her yıl ilkbahar ayında ilçe kaymakamının hamiliğinde yapılan voleybol turnuvasında ilçenin kalbi adeta spor salonunda atıyordu. İlçe merkezinde bu kadar yaygın olan voleybolun beş kilometre mesafedeki Arakonak’ta öğrenciler tarafından bilinmiyor ve ilgi görmüyor olması ilginçti. Yaptığımız durum analizi sonucu nihai kararımız voleybol olmuş, çocuklarla bu yönde çalışma yapılabileceği sonucuna varmıştık. Voleybol aşkının bize maliyeti, iki direk, bir file ve bir toptan ibaretti. İdealist öğretmenlerin kaderinin bir parçası sayılan fikirlerinin sponsoru olmaları, yabancı olduğumuz bir şey değildi. Dolayısıyla projemizi hayata geçirmemize mâni bir durum yoktu.

Birincil ilişkiler içinde olduğumuz mesai arkadaşlarımızla aramızdaki samimiyetin tezahürü sayılabilecek didişmelerin bir yenisi voleybol sahasının yeri konusundaki kendini gösterdi. Bu fikir ayrılığı kısa süre içinde inatlaşmaya döndü. Arkadaşlar, okul bahçesinin düz olan kısmına dikilecek iki direkle, fazla zaman ve emek verilmeden hemencecik bir saha yapılmasını önerdiler. Ben deniz ise zaten dar olan bahçenin ortasına yapılacak voleybol sahasının futbol sahasını öldüreceğini, çocukların oyun alanını daraltacağını söyledim. Benim önerim, hafif meyilli okul bahçesinin en alt kısmında, lojmanla okul tuvaletleri arasındaki âtıl alanda yapılması yönündeydi. 20 metre uzunluğundaki bu alan voleybol sahası için uygun büyüklüğe sahipti. Ancak burası meyilli olduğundan alanın düzelmesi için biraz emek verilmesi gerekiyordu. İnatlaşma bizi, “fikir kiminse, sahayı o yapsın.” noktasına geldi.

Köy çocuğu olduğum için toprak, kazma, kürek işleri gözümü korkutmadığı gibi bunu bir çırpıda halledebileceğim keyifli bir iş olarak gördüm. Sahanın aşağısıyla yukarısı arasında yaklaşık bir metrelik kod farkı vardı. Üst kısımdan kazacağım yarım metrelik toprağı, sahanın yarısından aşağısına dolgu yaparak kod farkını sıfırlamayı düşündüm. Teneffüslerde ve öğle arası çalışırsam 1-2 günde işi bitirebileceğimi hesap ediyordum.

Zaman kaybetmeden kazma küreğe sarıldım. İşe, sahanın üst kısmındaki küçük taştan başladım. Esaslı bir kazma darbesiyle söküp atmayı düşündüğüm taş kımıldamıyordu. Anlaşılan tahmin ettiğimden biraz büyüktü. Etrafını biraz daha kazmam gerekecekti. Toprağın üstünde yumruk büyüklüğündeki başına aldandığım taşın etrafını kazdıkça tahminimin ötesinde büyük olduğunu gördüm. İlk gün, yaklaşık bir metre çapındaki alanın etrafını kazdığım taşın, kazılan kısımda dışa doğru genişleyen gövdesi, gözümü korkutmaya başlamıştı. Ertesi gün kaldığım yerden devam ettim. Önceleri inadım nedeniyle bıyık altından gülerek imalı bir edayla“kolay gelsin” diyen arkadaşlar, taşın büyüklüğü ve işin ciddiyetini görünce yardım etmeye karar verdiler. İkinci gün kazı alanı ve koca kaya okulun bir numaralı gündemi olmuştu. Teneffüste erkek öğretmenler soluğu olay mahallinde alıyor, ceketlerini ve kravatları çıkarıp kazma küreğe sarılıyorlardı. İkinci günün sonunda yaklaşık altı metrekarelik alanda bir otomobil büyüklüğündeki kaya ortaya bütünüyle ortaya çıkmıştı.

Şimdi sıra, bu taşı nasıl çıkarıp nereye taşıyacağımızdaydı. Ertesi gün belediyeye giderek kepçe istedik. Niyetimiz, çukurdan çıkarıp, komşu tarlanın sınırına sürükleyerek bu koca kayadan kurtulmaktı. Lastik tekerlekli kepçe, etrafında yüzlerce çocuğun meraklı bakışları altında yaklaşık bir saat uğraştı fakat kayayı bulunduğu çukurdan çıkarmayı başaramadı.

Aklımıza kayayı parçalamak geldi. Okula komşu köy sakinlerinden Mehmet Sait Ok’tan aldığımız emanet balyozla kayayı parçalamayı denedik. Fakat kaya o kadar sertti ki her balyoz darbesinde taştan kıvılcımlar sıçrıyor ancak küçük bir parça dahi koparamıyorduk.

Okulun emektar hizmetlisi Halil Abi, köyde taş kırma konusunda usta olan ve mezar taşları yapan Hacı Mustafa Kurt amcadan yardım almamızı önerdi. Mustafa amcayı çağırdık. Derdimizi anlattık. Mustafa amca çukurun başında taşa bakıp sigarasından derin bir nefes çektikten sonra “Zor Hoca zor. Bu taş kırılmaz” dedi. Sonra elini Halil Abi’ye uzatarak “Xelo, dést mı bıg”[1] dedi. Halil abinin elini tutup usulca çukura indi. Sigarasından yanaklarının çukurunu iyice belirginleştiren bir nefes çekerek taşı dikkatlice inceledi. Hepimiz heyecanla Mustafa amcayı izliyorduk. Taşın etrafını üç kez turladıktan sonra tepesine yakın bir yerine odaklandı. Eliyle gözüne kestirdiği bir damarın üzerindeki taş kırıntılarını ve toprağı temizledi. Tekrar elini Halil Abi’ye uzattı. Çukurdan çıktı. “Ne diyorsun Mustafa Amca, kırabilecek misin?” diye sordum. “Malzememi alıp geleyim. Aklım kesmiyor ama neyse…” diyerek ellerini arkasına aldı, eve yöneldi. Hacı Mustafa amcanın beden dili bizi korkutsa da başka çaremiz yoktu. Şansımızı deneyecektik.

Biraz sonra, elinde bir çekiç, birkaç keski ve murçla beraber Mustafa amca geldi.  Çukurun içine girdi. O sakin ve ağır tavrın yerini, çevik ve kararlı bir hal almıştı. Önce taşı kısık gözleriyle iyice inceliyor, sonra eliyle yokladıktan sonra murcu tespit ettiği noktaya usulca yerleştiriyordu. Öğretmenlerle Türkçe konuşan Mustafa amca, Halil abiye yönelince konuşmasını otomatikman Zazaca’ya çeviriyor, “perud”[2]  komutunun ardından Halil Abi “Ya Allah” nidası eşliğinde bütün gücüyle balyozu murca indiriyordu. Sabırla ve ısrarla defalarca aynı noktaya çakılan keskiler ve Mustafa amcanın kendinden emin hali bize umut olmuştu. Öğle arası devam eden taş kırma operasyonu nedeniyle çocukların büyük bir bölümü Mustafa amcayı izlemeyi, öğle yemeğini yemeye tercih etmiş, meraklı gözlerle Mustafa amcanın usta elleri ve Halil abinin zorlanarak indirdiği 8 kiloluk balyoz darbesiyle oluşan ritim eşliğinde olup biteni seyrediyorlardı. Yaklaşık bir saat süren bu rutin işlem, Halil abinin “ıhhı… valla gitti” nidası ve çocukların çığlığıyla bozuldu. Taş tam da Mustafa amcanın planladığı yerden çatladı. Halil abi artık Mustafa amcayı dinlemiyordu. Heyecanla kaptığı kazmayla kayadan koparılan parçayı çukura yuvarladı. Yüzeydeki kısmıyla küçük bir taş zannedilen bu koca kaya, tam beş günümüzü almıştı.

Yaşadığımız bu zorluk, işin kalan kısmının gözümüze kolay görünmesine vesile oldu. Kayanın etrafını toprakla doldurduk. Sahanın üst tarafından kazılan toprak, düşük olan bölüme atılarak tesviye edildi. Köylüden temin edilen ağaç direkler mazbut bir şekilde yerlerine sabitlendiler. Sahadaki ham toprağın yağmurlu günlerde balçığa dönüşmesini engellemek için belediyeden bir traktör ince kum getirildi. Serilen kumun ardından kusursuz bir görünüme kavuşan sahanın kenar çizgileri, yere çakılan taşlarla çizildi. Kıt imkânlar ve karşılıksız bir dayanışmayla vücuda gelen voleybol sahamızın ihtiyaç duyduğu son rötuş, ham toprağın üzerine serpilmiş kumun silindirle bastırılmasıydı. Yokluğun, koşulları zorlayarak sıra dışı çözümlere zorladığı gerçeğini tam manasıyla yaşadığımız o günlerde, karşılaştığımız her sorun için geliştirdiğimiz belki ilkel ama mutlaka özgün bir çözümümüz vardı. Sahayı akşamdan toprağı doyururcasına suladıktan sonra ertesi gün bütün çocukları sahaya götürdük. Çocuklar için bir eğlence olan “zıplamaca oyunu” bizim üzerimizden son yükü düşürmüş olacaktı. 40 ila 60 kilo ağırlığında onlarca öğrencinin çılgınca zıplayarak oynamalarının ardından silindirle preslenmiş gibi bir zemine kavuştuk. On günlük bir maceranın ardından okula mükemmel bir voleybol sahasına kazandırdık.

Voleybol sahasının yapımının ardından köyde, kısa süre içinde öğrenci ve köy gençlerinin ilgisini çeken voleybol, Arakonak’ta da Solhan’da olduğu gibi ilgi odağı haline gelmişti. Öğrenciler birbirleriyle, öğretmenleriyle ve köyün gençleriyle sürekli maç yapıyor, her geçen gün bu spor dalına olan ilgi, tutkuya dönüşüyordu.

Öğrenciler, voleybolu ilk zamanlar topun gelişigüzel rakip sahaya atılmasından ibaret bir oyun görüyorlardı. Zamanla voleybolun, kuralları, teknikleri ve disiplini konusunda yeni şeyler öğreniyor ve öğrendiklerini uygulamaya çalışıyorlardı. Köy çocuğu olmanın verdiği kondisyon ve fizik avantajıyla çocuklar bir anda voleybolcu oluvermişlerdi. Hatırladığım kadarıyla Amir ve Sercan Zorba kardeşlerle Hayrullah Tuncer ve Mehmet Akgül smaçör mevkilerinde oynuyor, topu nasırlı ellerine oturttukları zaman, çivi gibi rakip sahaya indiriyorlardı. Nihat Dikgöz ve Aziz Özgün’ün manşet ve parmak pas konusundaki kabiliyetleri bariz bir şekilde dikkat çekiyordu. Nereye ve nasıl gelirse gelsin, topu okşarcasına arzu ettikleri noktaya kaldırıyor, arada bir rakip sahaya plaseyle bıraktıkları artistlik hareketler yapmayı da ihmal etmiyorlardı. Mahmut Saçan ve Necati Tuncer’in inanılmaz savunma kabiliyetleri vardı. Kurtarılması imkânsız topları çıkarıyor, adeta oynadıkları takımı ateşliyorlardı. Bütün bunlar ve ismini hatırlayamadığım daha nice öğrenci için voleybol bir yıl öncesine kadar bir spor dalının ötesinde bir anlama sahip değilken on günlük bir emekle yapılmış bir voleybol sahasının ardından adeta bir tutkuya dönüşmüştü.

Arkadaşımın“Neden Solhan’da voleybol bu kadar seviliyor?”sorusunun cevabını hala tam olarak bilmiyorum ama bu soru sayesinde gözümün önünden bir film şeridi gibi geçen o güzel günleri hatırladım.

Geçmişe yolculuk eşliğinde keyifle izlediğimiz maçı ise bizim çocuklar kazandı.

İlgili Makaleler

Bir Cevap Yazın

Başa dön tuşu